 |
Ramazan Çakıroğlu |
ramazanca@msn.com |
|
Saidi Nursi Ve Devrek'teki Efsane Doktor'un Yankıları
Bu haftaki konum Doğan Cüceloğlu’nun kitabı ; “Savaşçı”daki Devrimci” olacaktı. Ancak, geçen hafta yukarıdaki başlıkla yayınlanan biyografi eleştirisi yazım, beklemediğim kadar olumlu ve olumsuz tepkiler aldı. Ardı arkası kesilmeyen yankılar aldım. Böylece kendi ölçüsünde, yerel ve internet basınında adeta okunma rekoru kırdı diyebiliriz. Bu tepki ve yankılardan bazı kaygılarımızın çok iyi anlaşıldığını, bazılarının anlaşılmadığını, bazılarının ise yanlış anlaşıldığını gördüm. Şimdi bunları gidermeye çalışırken, adı geçen kitabın yazarı, başbakanlık eski basın müşaviri ve sosyolog Ömür Çelikdönmez’in kısa görüşlerine yer ve yanıt vermeye çalışacağım. Böylece; bir kez daha ele alıp, konuyu sürgit git yapmadan, kapatmayı düşünüyorum. Sayın Çelikdönmez’in internet atacılığıyla, doğrudan iletişim hattından, kesintisiz ve bir çırpıda aktardıklarına yer vermek gerekirse ve harfine dokunmadan buraya taşırsak, şunlar görülmektedir:“nurcu değilim” “nurculuğu devreğe taşımak gini misyoner faaliyetimde yok”,” bunu bildiğinizi sanıyordum”,” dr sadettin Sarımuratın yaşamından bir kesitti yazdıklarım”,” nesenel davrandığımı sanıyorum”,” hem adamın dedeside ünlü bir nakşi şeyhi”, “bunlar ona ne şan katar ne alçaltır” “Rüştü Onurun dedeside devrek khalveti tekeis şeyhi”, “ne olacak şimdi Rüştü onurun şiirlerini okumayacakmıyız” Bunları şu şekilde yanıtlıyorum: Eleştirimde bunlarla ilgili bir iddia yoktur. Konu tamamen bir yaklaşım biçimi, biçimin yönü ve yöntemin neden olabileceği muhtemel sonuçların eleştirisidir. Bu bağlamda; gerek yerel, gerek ulusal veya gerekse evrensel tarih yazmanın olumlu ve olumsuz olmak üzere iki ayrı yanı olduğunu bir kez daha vurguluyorum. Olumlu amacı, rahmetle andığımız Sedat Veyis ÖRNEK’in belirttiğini de tekrar vurgulamak istiyorum ki; “ …ürünleri konu edinen, bunları kendine özgü yöntemleriyle derleyen, sınıflandıran, çözümleyen, yorumlayan ve son aşamada da bir bireşime vardırmayı amaçlayan bir bilimdir.” tanımlamasındaki “bireşimin” amacı ve yönü de çok önemlidir. Herhangi bir tarih veya sosyal çalışmada insanlar arasındaki dil, din, ırk, cinsiyet, mezhep, siyasi görüş fark ve çelişkilerini körükleyen çalışmaların; emperyalizmin, böl, parçala yönet (yut) taktiğine hizmet ettiğini bilmeyen yoktur. Emperyalist sistem, kendi topluluklarında bunları dengelemek isterken, hatta sexist (türün betimlenmesi) tanımlamaları bile cezalandırırken, diğer ülkelerde, ayrımı körükleyen çalışmalara neden omuz vermektedirler? Sosyal bilimler ve kültür bilimlerinin tümü kullanılarak yapılan çalışmalarla, çok kısa zaman dilimleri arasında, gruplar ve kültürler; günler, haftalar ve aylar içinde fiili çatışmanın eşiğine çekilivermektedir. Yugoslavya’ya, Irak’a ve Filisitin’e sokulan kamanın özellikleri tamamen bu temele oturmaktadır. Günümüzde, yaratılan ve yaratılmak istenen diğer çatışmalar da “Kör, kör gözün parmağıma” diye bağırmaktadır. Bu; monografik, biyografik veya otobiyografik ya da yakın çevre araştırmaları yapılmasın anlamına gelmez. Temel ayrım, yapılan çalışmanın özü ve niteliği, ayrışmayı ve çatışma düşüncesini mi gündeme getiriyor, yoksa bir ulusal (milli) ortak değerlerde buluşma gereksinimini mi? Bu noktadan ülkemizin kısa tarihine dönecek olursak, 1980’li yıllara kadar, ulusal (milli) bakış açısı olarak, toplumumuzda dil, din, ırk, cinsiyet, mezhep ve siyasi görüş farklarını ayrım haline getirmek, bir ayıp ve kınama nedeni olarak görülmüştür. 1980 öncesi ve sonrasında da, emperyalist sistem, bunları ön plana çıkararak, sosyal ve siyasi hareketlere de yaslanarak maelesef bazı katliam ve cinayetler işlenmesine neden olmuştur. (Altını çizdiğimiz nokta burasıdır.) 1980 darbesi sonrası bazı iktidar erklerinin ellerinde, bölümleme ve ayrıştırma çabası başka örtülerle hızlandırılmış; dil, din, ırk, cinsiyet, mezhep ve siyasi görüş farkları günlük yaşamın içine taşınır olmuştur. Hatta; aynı dil, din, etnik köken ve mezhebi paylaşarak, yüzyıllardır ortak alanları, ortak moral değerleri, düğünleri, dernekleri bayramları ve törenleri paylaşan insanlar arasına, önce tarikatçılık yoluyla ayrılık tohumları atılmıştır. Bu en ortak değerler bile yerini; komşunun komşuya, akrabanın akrabaya, hısımın hısıma yargısal bakmasının önünü açmıştır. Hoşgörü beklentisi de bu tutumlara özgü öne çıkarılmış, aslında yapay ve “olmayan bir hoşgörü ifadesi” şeklinde topluma dayatılmıştır. Son çeyrek yüzyıldır ise tüm insani alan ilişkilerinde; yargısal ve çatışmaya hazır bakmanın temelleri çoktan atılmıştır. Dikkat edilmesi gereken, bu oluşumun bizi ve ülkemizi nereye taşımış ve taşımakta olduğudur. Umarız ki kaygımızın ne anlama geldiğini anlatmaya bu betimlemeler yeter. Sayın Çelikdönmez, iyi niyetli olabilir. Zaten bu bir kişisel ve kişiler arası bir eleştiri değildir. Sorun, belirttiğimiz ana noktalarda, sosyal bilim ve kültür çalışmalarının, hangi bireşime(senteze) ışık tuttuğu, neyin ve nelerin yolunu açmakta olduğu veya açacağı sorunudur. Bu açıdan, kültür bilim, sosyal bilim ve hatta tüm bilim insanları uyanık olmalıdır. Ezilen ulusların ve devletlerin devamlılığını pekiştirme çizgisinin yönü buna dönüktür. Peki, ya bizim politikacılarımızın, aydınlarımızın, yazarlarımızın, entelektüellerimizin yönü nereye dönük olmalıdır? Sorunun kendisi de yanıtı da bu kadar açık ve nettir!...
Okunma Sayisi : 3569
Yazılma Tarihi : 2010-01-18
|
<< Yazara Geri Dön <<
|
Yorumlar
Fazıl AYTAŞ 2011-01-02:
"Hoşgörü kavramının öne çıkarılarak,olmayan bir hoşgörü ifadei şeklinde topluma yapılan dayatma" gibi, demokrasi, insan hakları gibi gerçekte içinin doldurulmasının yaşam için olmazsa olmaz kavramlarıda malesef gerçek anlamının dışında dayatmalara maruz kalmakta, bu da benim içimi acıtıyor.Sayın hocam lütfen yazılarınıza soluksuz devam ediniz. Selamlar. Fazıl AYTAŞ
Bu Yazıya Yorum YazınELEŞTİRİYE EVET HAKARETE HAYIR!...
Yorum köşemiz düşüncelere zenginlik katmak için hizmet vermektedir.
|
|