“Zonguldak Folkloru” Kent Kültürü Bienaline 12 Mayıs tarihinde Ramazan Çakıroğlu KARA SALİH DAĞI EFSANESİ sunumuyla katıldı. Ramazan Çakıroğlu’nun “KARA SALİH DAĞI EFSANESİ “ adlı sunumunu okuyucularımızla paylaşıyoruz
KARA SALİH DAĞI EFSANESİ
- EFSANENİN DERLENDİĞİ/GEÇTİĞİ YER-COĞRAFYA HAKKINDA KISA BİLGİLER
Karasalih Dağı, Gökçebey İlçesi yakınlarında, Batı karadeniz Bölgesinin iç kesiminde 65 ve 79. Derece güney-Kuzey enlemi, 26 ve 42. derece batı-doğu boylamı kapsamlarıyla örtüşmektedir. Efsanenin geçtiği bölgenin, doğusunda Bartın İli ve Güneyinde Yenice İlçesi , batısında Zonguldak İli, kuzeyinde Çaycuma İlçesi, Batısında Devrek ilçesi, bulunmaktadır. Efsanenin alanı, yalnızca “Karasalih Dağı”nı kapsamamaktadır. , Filyos Irmağının denize döküldüğü yer olan, bu günkü Filyos (Hisarönü) Beldesinden başlayarak, Çaycuma-Perşembe ile Gökçebey İlçesi arasında sırt teşkil eden Tavuktepesi, Aloğlu Kalesi’ni de içine almaktadır. Efsane, dağın en net göründüğü Çukur Köyünün Karahatipler Mahallesinde, birbirinden az değişen versiyonlarıyla köy odalarında kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Karasalih Dağı, Zonguldak-Ankara Demiryolunun Gökçebey’den sonra 6 km.nin solunda yer almaktadır. Dağ, Karahisar, Karasalih hisarı gibi isimlerle de anılmaktadır.
Derleme yapılan Kişinin Adı Soyadı: Hüseyin Çakıroğlu
Doğum Yeri: Devrek
Doğum tarihi: 20.03.1913
Ölüm Tarihi: 15.01.2007
Mesleği: Ahşap ve betonarme yapı ustası
Öğrenim Durumu: Okur-yazar
Efsanenin; adı geçen mahalle içinde, büyük baş av mevsimlerinde, yüzyıllardır, kuşaktan kuşağa anlatıldığı son derlenen kaynak kişi tarafından ifade edilmiştir. Derleme yeri de adı geçen mahalledir. Derleme tarihi ise Mart ayı, 1984 yılıdır. Efsane tarafımızdan derlenmiştir. Adı geçen Efsane’nin yaslandığı dönemle ilgili bir kesit çizmek zordur. Zira, kulaktan kulağa hep “yüzyıllar önce” diye yayılmıştır.
- EFSANENİN YAZILI ŞEKLİ
Karadeniz’in dağları arasında ünsüz, alçak gönüllü bir dağı daha vardır. Filyos Irmağının hemen kıyısında yükselen bu dağ, kışın uykuya dalar. O geceleri, gümüş tepinsin altında ya uyur, ya da bilgeliğinden emin bir eviliya gibi mağrurdur… Fakat yine de her zaman, eteklerine aldığı köyleri, Gökgölü, Filyos Irmağını ve illaki Tümenoğlunu, dinlemeden edemez… Hem dinler, hem söyler. Uykusunda bile konuşur onlarla…
Baharda uyanır. Karşı taraflarda bulunan köyleri bekleyen, gece uykusunda onlara göz kulak olan bir dağdır bu. Çevresindeki köylerde yaşayan insanlar, kışın geldiğini bu dağdan anlarlar. Mevsimin ilk karı ilk defa “Karasalih Dağın’ın tepesine yağar. İnsanlar sabah kalktığında “Karasalihe kar yağmış” deyiverir. İşte bu kışın habercisidir. Karasalih’e kar yağmadan, diğer köylere, kar yağdığı vaki değildir…
Nasıl mevsimin ilk karı Karasalih’e yağarsa, mevsimin ilk yaprakları da Karasalih Dağı’nın tepesinde açar. Karasalih Dağında bir avuç ağaç yeşile bürünmeye başlamadan yörenin hiçbir yerinde ne bir çiçek açtığı ne de bir yeşillenme olduğu görülmemiştir…
Karasalihin karşıaınndaki Kıran’a, Tümenoğlu Tepesine çıktığınız zaman, dağın hem heybetini, hem de alçak gönüllülüğünü görürsünüz. Çünkü, bu tepelerdeyken Karasalih daha alçakta görünür. Fakat, Karasalih Tepesine çıkınca, bu tepeler tam aksine ufak tefek görünürler… O yüzden; heybetli fakat alçakgönüllüdür Karasalih…
Karasalih sadece bir dağ değildir. Hem dağ hem ormandır. Ve bin bir candır. Karasalih bu canlarla birlikte bir bütündür. Ihlamur ağacından kayına, meşeden gürgene, çamdan köknara, defneden biryatine, kekikten böğürtlene, kızılcıktan beş bıyıka kadar. Daha sayamadığımız o kadar çok ki…
Börtüböcekten evliya yılanlara, yeşil kertenkeleye, çakaldan tilkiye, ayıdan kurda, (Yaban) keçisinden geyiğine kadar… Ve domuzu dahi…
Zamanlardan bir zaman, tarihlerden bir tarih, günlerden bir gün… Belki beş yüz, belki bin yıl önce… Kim bilir?... Kan ter içinde yağız bir at şahlanmış, ırmağın denize döküldüğü taraflardan… Üzerinde taşıdığı yağız savaşçıyla yeri göğü yırtarcasına, dört nala koşuyor…. Cenevüz savaş alanını rüzgar gibi terk ediyor… Sanki, bir gören bir daha göremiyor… O kadar hızlı… Dört nala gelen atlı da kendisi de kan içinde… Ancak fark ediliyor…. O düzlükte, koşma mesafesinde savaşçının sol kolu, omzundan ha düştü, ha düşecek… At, yekindikçe kol ha koptu, ha kopacak… Adam da atı da kandan sırılsıklam… O iri yarı adamın, kolu omzundan kılıçla kesilmiş… Sanki sadece bir deri tutuyor kolu…. Adam çok acı çekiyor… Yüzü acıdan dağlar gibi dalgalanmış…. At, üzerinde taşıdığı, heybetli, gür sakallı savaşçının ağırlından bel vermiş gibi kaymakta… Nereden geldiği belli. Fakat
nereye gider atlı?... Adamın sağ elinde altın kaplı kılıcı, bir ışık gibi parlıyor… O hızla atlı, bu günkü Perşembe sırtlarından Tavuk Tepesini alıyor…
En sonunda gaziler yokuşuna vuruyor… İlk yokuşu çıkıp, Aloğlu kalesi sırtına varır varmaz, bu kolu daha fazla taşıyamayacağını anlamış olmalı ki düşmek üzere olan kolunu elindeki altın kaplı kılıcıyla derisinden kurtarıp yere düşürüveriyor… Kolun yere düşmesiyle birlikte kılıcını toprağa öyle bir hızla saplamış ki toprağın derinliklerinde kaybolup gitmiş kılıç…Kesik olan kolunu, omzundan gövdesine sımsıkı sarıp, üzengiye yeniden dokunduğunda at ve atlı gökte bir yıldız gibi, kuzeyden güneye doğru…
gözden kayboluvermiş… Bir rivayete göre, oradan atıyla birlikte, bu günkü Karasalih Dağı’na atlayıvermiş…
Gün mü geçti, hafta mı geçti bilinmez; bir dağın yamacında, çimenlerin üstünde, bin bir renk çiçeklerin arasında , gökyüzüne uzanan kayın ağaçlarının altında, cennet gibi bir yerde bir sabah serinliğinde uyanır Kara Salih… Gökyüzüne uzanan yaprakların arasından masmavi gökyüzünü görür. Belki günlerin, belki de haftaların yorgunluğu ve sol omuzundaki derin sızı… Aloğlu Kalesi’nden buraya nasıl geldiğini kendisi de bilmez. Kaç gün burada uyduğunu da. Atı hala başucundadır. Zar zor yerinden doğrulup, etrafa bakar. Aşığılarda kıvrılıp giden ırmağı, karşıda Aloğlu kalesini görürü. Öbür yakada ise irili ufaklı bir çok dağ çarpar gözüne. Daha çok kendine geldikçe daha çok şey görmeye, anlamaya başlar. Cennet gibi bir dağ başında, orman içindedir. Savaş naralarından uzakta…
Gür sakallı, yağız tenli adam burayı mesken tutar. Günlerdir bir tek insana bile rastlamadan, iyileşmeye çalışır. Bu yalnızlık, içinden çıkıp geldiği savaşa olan kırgınlığında denk düşmüştür…
İlk yaptığı şey, bir su kaynağı aramak olur. Eliyle, bir çukuru eşmeye başlar. Hafifçe bir su sızar. Yüzü gülümser adamın. Taşlardan küçük bir gölet yapar. Sonra, taşlardan bir baraka oluşturmaya başlar… Çünkü, canlı ağaçlara dokunmak istemez…
Burada, günler, aylar geçer… Gıdasını heybesinde son kırıntılardan ve doğanın baharla birlikte getirdiği nimetlerden alıyor. Çilekler, mantarlar, çoban ekmekleri onun içindi. Hiç geriye dönmek istemez. Onun için, geriye dönmek, yeniden savaşın içine dönmek olur…
Günler böyle gelip geçerken, canı sıkılmaya başlamıştı. “Gerçekten de çevrede, uzakta veya yakında hiç insan yok mu*” diye düşündü…
Bir gün atını dağın başına doğru sürdü. Etrafa şöyle bir baktı. Ufku alabildiğine genişlemişti. Çevrede ormanla kaplı irili ufaklı dağları, daha rahat görüyordu. Kolunu Bıraktığı Aloğlu Kalesi kuşbakışı görünüyordu. Oradan buraya nasıl geldiğini anımsayamadı. Kafasındaki düşünceler hala savaşıyordu. Karmaşık şeyler, karmakarışık düşünceler… Düşündükçe daha çok sıkıldı, bunaldı. Birden bire karşı dağlara doğru bir nara savurur:
Heyyyyyyyyyyy!......
Ses karşı dağların koyaklarında yankılandı. Sonra karşı dağların birinden de “Heyyyyyy!....” diye bir ses geldi. Fakat, bu kendi sesi değildi. Bir daha haykırdı karşı dağlara. Y,ne yanıt geldi karşı dağlardan. Sesin geldiği yönü de aşağı yukarı kestirdi. Demek ki ırmağın karşı yakasında, şu ortadaki dağda bir vardı. Yeniden gürler:
-Kimsiinnn sen, kimmsiiinnn?... diye.
Karşıdaki ses;
Ben Tümenoğluuuu…. Tümenoğluuuu….
Dedikten sonra:
-Sen kimsiiinnn? Sen kimsiiin…. Diye ırmakla iki dağ arasındaki boşlukta yankılandı…
-Ben kara Saliiiihh… Kara Saliiih…
Sesleri havada karşılaşıp tanışan bu iki insanın dağdan dağa haykırışları dostluk ve arkadaşlığa dönüşür zamanla. Birbirlerinin yüzünü görmeyen bu iki dağ adamı, bu haykırmalarla paylaştılar yalnızlıklarını. Dağın, ormanın içinde yıllar geçmesine rağmen geri dönmezler. Hatta doğayla o kadar iç içe oldular ki hayatlarını dağın ve ormanın bil umum canlı ve cansızına adarlar. Karşılıklı ant içerler bunun için. Yapılan yeminin tanığı ise bu çevredeki canlı ve cansız varlıklar olur. Her ikisi de hem kendi yöresindeki hem de karşı dağlardaki tüm varlıkları daha iyi tanır olurlar. Öyle ki nerede, hangi koyakta geyik, keçi, ayı kurt, tilki çakal var, bilir olurlar. Yani, ormanda yaprak kımıldasa haberdar olurlar…
Seneler böyle sürüp giderken kış aylarından birinde yerde karın insanın göğsüne dayandığı bir zamanda aç gözlülüğüyle ünlü bir avcı takımı varır dayanır Tümenoğlu’nun kapısına;
-Selamünaleyküm Tümenoğlu…
-Aleykümselam avcılar.
-Eee Tümenoğlu, der avcı başı. Bize avlayacağımız bir geyik lazım.
-Ben karşı yakadakileri bilirim. Bu yakadakilere Kara Salih göz kulak olur. Ona soralım.
-Peki, sor bakalım Kara Salihe. Nerede ne var, ne yok?
Tümenoğlu bir avcı başına bakar, bir de Kara Salih’in yaşadığı zirveye. Haykırır.
-Looo Kara Salih…. Avcılar geldi. Ne verelim…
Kara Salih;
-Bohçabelende yaralı bir geyik var, onu verelim… Onu verelim…
-Sağol Karasalih… Sağol….
Bir söylentiye göre, bu iki bilge dağ adamının konuşmalarını yanlarındaki yörelerindeki insnalar duyamazmış. Kendi aralarındaki gür seslerini yalnızca kendileri duyarlarmış. Onun için Tümenoğlu ayrıca avı başına söylüyor.
-Bohçabelende yaralı bir geyik var, onu verelim… Onu verelim, diye…
Avcılar giderler. Bohçabelende geren* bağlarlar.
Yaralı geyiği, elleriyle koymuş gibi bulurlar. Zağarlar bağırır, tüfekler patlar, yaralı geyik vurulur. Av bitimi o akşam büyük bir ateş yakar avcılar. Afiyetle yerler. Avcılık bu ya, fakat kimsenin karnı doymak bilmez. Yarınki gün sabah yine dayanırlar Tümenoğlu’nun ayağına.
Avcıbaşı;
-Eeee Tümenoğlu, Sor bakalım Kara Salihe, başka nerede ne var?
Tümenoğlu; “Aman ağalar yeter gayrı dediyse de, sözü boğazına tepilir.
-Sor, sor hele, derler hep bir ağızdan.
Tümenoğlu çaresiz:
-Looo Kara Salih, avcılar yine geldi. Ne verelim, ne verelim?....
-Kovanlık düzünde topal bir keçi var. Onu verelim….
Avcılar kovanlık düzüne hücum ederler. Topal keçiyi de avlarlar. Yine ateş yakılır. Yenilir, içilir.
İçlerinden biri derki;
-Ağalar, avcılar, yeter gayri, artık evlerimize dönelim…
Avcı başı ve diğerleri;
-Olmaz… Gelmişken olmaz… Beş-on tane daha vurup yemeden, giderken evlere de götürmeden zinhar olmaz… Taş atıp kolumuz mu ağrıyor, Tümenoğlu soruyor, Kara Salih söylüyor nasıl olsa…
-Ağalar her şeyin bir sınır var, diyecek olursa da,
-Sen karışma, İstersen tek aşına dön, İstersen kurda kuşa yem ol…
-Ben nasıl dönerim tekli doldurma tüfekle.
-O zaman bekle, bizimle dön, derler…
Bu böyle üç-beş gün sürer. Tümenoğlu sorar, Kara Salih söyler… Ne bir düzde topal bir keçi ne de bir koyakta yaralı bir geyik kalmaz artık. Fakat yavaş yavaş Kara Salih’in ve Tümenoğlu’unun canları sıkılmaya başlar. Öte yandan üç-beş gün içinde bir sürü geyik ve
yaban keçisi avlanmış, heybeler dolmuş, yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındadır. Av hayvanları da azalmaya başlamıştır…
Yine varırlar Tümenoğlu’nun kapısına;
-Sor bakalım Kara Salihe, nerede ne var?
Tümenoğlu, bu sefer bir bir, tepeden tırnağa, derinden derine süzer avcıları. Avcıların omuzlarındaki tüfeklere takılır gözleri. Uzunca bir sessizlik olur…
-Ağalar yeter gayrı. Ormanda geyik, keçi bırakmadınız. Kökünü kurutmayın şunların.
Vay senmisin böyle diye? Avcı başı dayar tüfeğinin namlsusunu Tümenoğlunun gırtlağında.
-Hadi bakalım, Ünlen Kara Salihe de avlanalım.
Tümenoğlu, yine haykırı Kara Salihe:
-Heeyyy Kara Salih… Avcılar yien geldi. Ne verelim, ne verelim?
Kara Salih durur düşünür, düşünür… Anlar ki aç gözlülüğün sonu yok. Öyleyse;
-Birbirlerini yesinler, birbirlerini yesinler…
Baştan da söylendiği gibi, Kara Salih’in bu yanıtını Tümenoğlu’ndan başka kimse duyamaz. Tümenoğlu avcılara yine de diyemez bu sözleri…
-Vardın gidin ağalar, der ancak…
Avcı başı;
-Madem Kara Salih sustu. Biz de kendi işimizi kendimiz görelim.
Bunun üzerine yine bir koyakta yeni bir geren bağlanır. Kovucular kovuya girer. Fakat, bir müddet sonra koyakta kıyamet kopar. Tüfekler susmak bilmez. Çünkü, herkes yanındaki insanı ya bir geyik, ya da bir yaban keçisi olarak görüp, basar tetiğe. Her vurulan yere yığılır. O kadar avcının içinden yalnızca; “Ağalar yeter gayri, gidelim.” diyen avcı olaya tanık olur. Köyüne döndüğünde de olan bitenin tümünü anlatır.
Şimdi Karasalih dağının çevresindeki köylerde ne zaman geyik, keçi avına çıkılmak istense bu durum anlatılır. Anlatılır ki, insanoğlunun kulağına küpe olsun…
Hayal midir, gerçek midir bilinmez ama bir gerçek var ki Kara Salih ve Tümenoğlu’nun mezarlarının yerli yerinde durduklarıdır…
Darısı insanoğlunun başına…
- EFSANE İLE İLGİLİ BAZI ÇÖZÜMLEMELER
- Efsane savaşın yıkıcılığını anlatmaktadır. Savaş gazisi bir insanın diğer insanlardan kaçarak tek başına da olsa barışı kendi dünyasında kurma çabasına yer vermektedir. Kara Salih’in Aloğlu Kalesi üzerinde kılıcını yere atması ve kılıcın bir ışık olarak toprakta kaybolması, dünyaya bir mesaj olarak düşünülebilir.
- Efsanede, savaş alanlında güçlü ve heybetli bir adamın, yaralanması ve sol kolunu kaybetmesi sonucu, kendi kendine yetmesi ve bu yetme savaşı içinde en büyük yardımcısının, doğa, doğal coğrafi yapı ve bu yapı içindeki yaban hayatının tümü (flora ve fauna) olduğu görülmektedir.
- Doğayı ve yaban hayatını koruma özeni vardır. Doğanın tam ortasında yaşayan iki insanın, doğayı ve doğa içindekileri korumak için düşünsel bir işbirliğini gösterir. Deyim yerindeyse, efsanenin içinde çevre bilinci ya da günümüz deyimiyle ekolojik yaklaşım temeli vardır.
- Aç gözlülüğün ve doğayla da olsa adaletsiz, tamahkar paylaşımın insanlara çok olumsuz şekilde geri döneceği mesajı vardır. Aç gözlülük, insanlara birbirlerini av gibi göstermektedir.
- Tümenoğlu ile Kara Salih’in gür sesleriyle karşılıklı seslenmelerinin aç gözlü avcılarca duyulmadığı anlatımı, dünyada olumlu mesajların aç gözlü, tamahkar, alabildiğine doğayı ve insanı sömürme duygusu içinde olanların kulaklarına girmediği şeklide de çözümlenebilir.
Efaneye konu olan, bu iki halk bilgesi ve derlememize kaynaklık yapan insanın ruhları şad olsun. Saygılar sunuyorum.
*Geren bağlamak, avcıların avlama düzenine geçmeleri durumudur